“Her şeyin tekniklere indirildiği bir dünyada sevgi öksüz kaldı,” diyordu sevgili Tunçel Gülsoy satırlarında…
Her şeyin en iyi yapma halinin bir kullanma talimatıyla sınırlandırılıp, insanın özünü unutturarak sistemleştirilen “aynılama kültürü” ile özgünlükten, üretmekten, ayna olabilme halinden ve kendimizden uzaklaştırıldığımız bir karanlığa kucak açışımızı anlatıyordu sanki.
Her meslekte olduğu gibi, her unvanın bir tanımı ve sınırları vardı. Dünyada ve ülkemizde yaygınlaşan, üzerine filmler yapılan ve birçoğumuz tarafından yanlış anlaşılan profesyonel koçluğu tanımak ve koçlukta derinleşmek üzere, Anda Buluşmalar Farkındalık Eğitimleri kapsamında Koçluğun Ötesine, Bilgeliğe Doğru kitabı ile koçlukta sadeleşebilmek, koçluğun özünü anlayabilmek, kendi sesini duyabilmek ve dinlemek üzere sevgili Gülsoy ile 8-9 Şubat tarihlerinde Anda çatısı altında buluştuk.

21.yüzyılın hızına ayak uydurmak için, bir katılımcımızın ifadesiyle, “yarış atına” dönüşen hallerimize bir de teknolojinin her saniye güncellenen bilgisini eklediğimizde, “Bundan ne anlamalıyım?” sorusunu hepimiz çoğu zaman sorguluyoruz diye düşünüyorum.
Ancak Gülsoy, tüm bu sorulara rağmen, “Bâki kalan kubbede hoş bir sadâdır,” diyerek 18 yıldır sürdürdüğü koçluk yolculuğundaki deneyimlerini bizlerle paylaşmayı seçiyor. Hatta bu yolculuğun teknik kısmını tren garında bekleyen vagonlara benzetirken, yola çıkma halini koçluğun ruhsal boyuttaki keşfi olarak tanımlıyordu.
Koçlukta tekniğin ötesine geçerek bu cümleye baktığımda, insanın kendi olma yolculuğunda yola çıkmak için hepimizin bir araca ihtiyacı olmuyor mu? Belirlenen ihtiyaç doğrultusunda nereye varmak istediğimize niyet etmiyor muyuz? Ya da başka bir bakış açısıyla, bilmediğimiz bir zamana, gelecek için hedef belirlemiyor muyuz? Ve hangi vagon olduğuna bakmadan yola çıkan, tüm yanılmalara ve başarısızlıklara rağmen, sonunda varacağı yere ulaşmıyor mu?
“Kitabımda en çok vurgulamak istediğim başlıklardan biri Koçluğun Özü ve Koçluğu Sadeleştirmek,” diyen Gülsoy’a iç sesim, “Bunlar bugünün insanının gerçek gündemleri değil mi?” diyesim geliyordu ki, geldiğinde hocama hemen şu soruyu yönelttim:
Kitabınızda Küçük Prens’ten bir alıntı var: “Mükemmellik, eklenecek bir şey kalmadığında değil, çıkarılacak bir şey kalmadığında elde edilir.” Bu bakış açısıyla baktığımızda, her sektörde olduğu gibi çeşitlendirilen, süslenen, eklenen koçluk ekollerini bir kenara bıraktığımızda sizce koçluğun özü nedir?
Sade cevabı benim için çok etkileyiciydi:“En öz hâliyle koçluk, duymaktır. Sadece duymak!”

“Aynı dille konuşuyor, ancak aynı dili konuşmuyoruz,” der Gülten Akın. Mevlâna ise, “Aynı dili konuşabilenler değil, aynı duyguyu paylaşabilenler anlaşır,” diye ekler. Rekabet, yaşamımızın her anında… Sadece birini dinlerken bile, duymak için değil, üstün bir cevap verme arzusuyla girdiğimiz savaş, insan olma bilincimizi körelterek, aynı hizada durmak yerine üstünlüğü sahiplenmeye itiyor bizi.
Oysaki bu dünyada, doğumuyla birlikte parmak iziyle özgünlüğü tescillenmiş her insanın, insan olmak dışında hangi aynılığı vardı ki? Yoğrulmak, şekillenmek, köklenmek üzere varlığa gelen insan, kendi özünden beslenerek, kendi renginde, kendi sesinde, kendi özellikleriyle köklenmiyor muydu toprağına?
İşte bu anlamda, koçluk tam olarak dinlemek ve duymak demekti. İnsanın varoluşunda en kıymetli değerlerden biri, görülmek… Bir çocuğun ailesi tarafından, bir işçinin lideri tarafından, bir sevgilinin sevdiği tarafından ve doğanın insan tarafından görülme ihtiyacı… “DUY BENİ” diye yapılan tüm eylemler: Bir bebeğin ağlaması, bir işçinin çatışması, bir sevgilinin isyanı ve doğanın yıkımları gibi… Duy Beni!
Gülsoy’un ifadelerinde de belirttiği gibi, özünde “duymak” olan koçluğun hümanizmle birleşen yanı umut vericiydi. İnsana hizmet ederek evrene hizmet etme gücü yaratıyordu. İyi olma hâlinin bir kültüre dönüşmesi gibi… Ve koçluğu, Mevlâna’nın hümanizmiyle, her kültürden insanı aynı duyguda ve ömür boyu insan olma bilincinde birleştirdiği ekolüyle yan yana koyuyordu son sözlerinde.
Karanlığa uyanmaya niyetli, eylem planları yaparak farkındalığını davranışa dönüştürmüş ve değişimi seçmiş; hedefe değil yolda olma hâline, geçmişe ve geleceğe değil, anda ne yapmayı seçtiğine odaklanmış hümanist Mevlâna anlayışını koçlukla buluşturuyordu.
İşte tüm bu satırlarda ifade etmeye gayret gösterdiklerimin özü, kendi karanlığımıza uyanmak istediğimiz anda, tüm katılımcılarımızın çemberimize dahil olarak aynı duyguları paylaştığı o anlarda saklıydı… Birbirinin iyi olma hâline sabır göstererek dinleyen, yargılamayan, duyan, güvenli alan açan ve ayna olan tüm katılımcılarımıza teşekkür ediyorum.
Benimle bu alanı paylaşan, hayatımın sıradan bir anını değerli bir anıya dönüştüren kıymetli hocam, sevgili Tunçel Gülsoy’a varlığı ve bıraktığı izler için şükranlarımı sunuyorum.
Ve bizi bir çatı altında toplayarak alan açan, rekabet gücüne değil iş birliğine inanan sevgili Akra Kemer ve Başka Ol Ekibi’ne, başta sevgili Gülcan Doğan olmak üzere tüm Akra Ailesi’ne samimiyetleri ve çözüm odaklı yaklaşımları için teşekkür ediyorum.
“Yüzünü görmek isteyen cam’a, özünü görmek isteyen can’a bakar,” diyor Mevlâna.
Canımıza ayna olabildiğimiz yeni anlarda buluşmak dileğiyle…